top of page
bordered üçüncü sayfa.jpeg

Nihal: Sahnede, sinemada, televizyonda kadın+ oyuncuların feminist kazanımlarını konuşarak başlayalım istiyorum.

 

Deniz: Feminist mücadeleyle kadın hakları mücadelesini ayırarak başlayalım. Feminist mücadele tabii ki kadın haklarını da içerir ama her kadın hakları savunucusu kendisine feminist demez. Ben bir erkeğin feminist olma ihtimali olduğunu düşünmüyorum, kadınlık hâli başka bir şey çünkü; pro-feminist olabilir, feminizan olabilir; ama kendini kadın olarak ifade edenler feminist olabilir diye düşünüyorum. Kadın hakları savunucusu ise erkekler de olabilir; bir sürü erkek hakikaten de kadın haklarını savunuyor. Bu ayrımı yaptıktan sonra şunu söylemek istiyorum: sektörde feminist kadınların ve kadın hakları savunucularının gayretleriyle birtakım kazanımlar elbette oldu. Mesela sektörde önceden sadece kadınlar sadece oyuncu olarak vardı; şimdi hem sinema hem tiyatro hem televizyonda kadınların çalışma alanları, imkânları çok arttı. Yıllar önce Yeşilçam’da tek bir kadın yönetmen vardı. O da parmakla gösterilirdi.  Kadın yönetmen değil; kadın asistan bile çok azdı Yeşilçam’da. Zaman içinde kadınlar da işin perde arkasına, kamera arkasına geçmeye başladılar. Bir sürü kadın konuşmaya başladı. Hem sektörde hem dışarıda. Bu da bir kazanım. Seksenli yıllarda feminist hareket ilk başladığında ben ilk feminist oyunum Kutsal Aile’yi oynarken şu an insana akıl almaz gelen komik şeylerle karşılaştım. İki tane sol tandanslı erkek arkadaşım gelmişti bana, sohbet ediyorduk, biri bana dönüp “Deniz sen de mi feminist oldun!” dedi. Benim bir şey dememe fırsat vermeden diğeri beni “korudu”; “Yok canım Deniz öyle kadın değildir” diye. Şimdi o günden bugüne biz çok konuştuk, bir sürü mücadeleler verildi ve biz ortaya çıktık, “biz varız” diye. Bu tabii yalnızca sosyal hayatın bir bölümüne değil sektöre de yansıdı. Ama bana dersen ki sektörde çok büyük haklar mı kazandınız? Hayır.

Kadın oyuncu erkek oyuncu ücret farkı Türkiye’de geçerli mi bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla eskiden starlar arasında vardı. Ama şimdi var mı bilmiyorum çünkü ben hiçbir zaman star olmadım, heveslenmedim de açıkçası. Hollywood’da bunun için çok mücadele ediliyor biliyorsunuz. Ama “eşit işe eşit ücret” sloganı hâlâ geçerli çünkü başka alanlarda uygulanmıyor. Bizim sektörde var mı bilmiyorum ama olmasa da eril dil senaryoya da yansıyor, sete de yansıyor, arkadaşlığa da yansıyor. Ama en azından artık “Sus” diyebiliyoruz.  Çok büyük bir kazanım oldu diyemem ama tabii ki farklılıklar oldu.

 

Nihal: Feminist temsilleri bile çok önemli aslında. Feministler hep çok korkulan kadın figürleri olarak görüldü dizilerde özellikle.  Eylemden dönen feminist kadınların gördüğü ilk erkeği dövmeye çalışmasından komedi çıkarmaya çalışan televizyon veya sinema yapımlarını biliyoruz. Ben artık feminist kelimesinden çok da korkulmadığını düşünüyorum.

 

Deniz: Evet, eskiden feministler aynı anda hem aseksüeldir, hem seks delisidir; hem erkeklerden nefret eder, hem erkek düşkünüdür; feministler frijittir,  pistir, kirlidir gibi yargılar vardı. Ama geçmişte pistir, kirlidir solcu kadınlar için de söylenirdi.

 

Nihal: Sahne sanatlarında bedensel sınırları ve oyuncu-oyuncu arasındaki veya oyuncu-yönetmen arasındaki rıza ilişkisini biraz konuşalım isterseniz.

 

Deniz: Tiyatro çırılçıplak soyunmayı bilmek demektir. Soyunmaktan kastım anadan doğma olmak değil. İç dünyamızı, aklımızı ayıklaya ayıklaya, yaprak yaprak açarak bir sürü şeyi öğreniyoruz ve yorumluyoruz ve bedenimize, aklımıza, duygumuza yansıtıyoruz. Bu bedendeki rahatlık yönetmenle olan ilişkide tamamen oyuncu ve yönetmenin birbirini tanıma, güvenme ve eşit olmaları koşullarına bağlıdır. Yani birbirleri hakkında eşit hissetmelerine bağlıdır. Çünkü yönetmenler kendilerini Allah zannederler, bu doğru değil, bir işi paylaşıyoruz. Kaldı ki tiyatroda her şey oyuncudur. Tabii ki küçümsemek ne haddime, çok saygı duyduğum bir iş yönetmenlik ama bu sınırlar o oyuncuyla yönetmenin arasındaki ilişkinin sınırları kadardır. Eğer oyuncunun üzerinde bir otorite kullanarak beden kullanımına girerse burada bir eşitsizlik hasıl olur ve bu yanlış olur. Oyuncunun imkânıyla yönetmenin talebi eşit koşullarda, anlaşarak olmalıdır. Mesela 1968’de “Oh! Calcutta!” diye bir oyun oynanmıştı. Sahnede bütün oyuncular çırılçıplaktı ve mastürbasyon yapıyorlardı. Bu oyunu bugün seyretsem ne hissederim bilmiyorum, o zaman için çok ilginçti, farklıydı. Sahnede veya perdede çırılçıplak olabilirsin, eğer rol bunu gerektiriyorsa. Dediğim gibi bu tamamen oyuncu-yönetmen eşitliği üzerinden çıkar. İkisinden birinin diğerine egemen olmamasıyla, bir otorite kurulmamasıyla ortaya çıkar, “Ben yönetmenim ne istersem yaparım”, “Ben oyuncuyum ne istersem yaparım” tavrıyla değil. Onun dışında bizim oyuncu olarak zaten bütün malzememiz bedenimizde, aklımızda; saçımızın telinden ayağımızın ucuna kadar. Önemli olan hiyerarşiyi yok etmek, ona göre ilişkilenmek.

bottom of page